30 Ocak 2008 Çarşamba

Korkut Eken

Eken, 1945 yılında Ankara'da doğdu. 1963 yılında baba mesleği olan subaylığa ilk adımı Kara Harp Okulu'na girerek attı. Hava İndirme Tugayı'nda görevliyken 20 Temmuz 1974'de paraşütçü birlikler ile Kıbrıs'ta ilk görev yapan askerlerimiz arasında yeraldı.

1978 yılında çok üstün eğitimli subay ve astsubaylardan oluşan Özel Harp Dairesi, özel birlik komutanlığına atandı. 1984 Eruh baskınıyla başlayan PKK terör örgütüyle mücadelede, birliğiyle birlikte Siirt ve Sason bölgelerinde görevlendirildi.

1986 yılına kadar devam eden bu görevinde sayısız sıcak çatışmaya girdi. Yaptığı çalışmalardan dolayı Türk Silahlı Kuvvetlerimiz'in en önemli madalyası olan Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası ile Başarı Madalyası ve birçok takdirname aldı. 1981 yılından 1986 yılına kadar Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Özel Harekat Timleri'nin teşkili, teçhizi ve eğitiminde görev aldı.

Kendi isteğiyle 1987 yılında Yarbay rütbesindeyken emekliye ayrıldı ve hemen MİT'de Güvenlik Dairesi Başkan Yardımcısı olarak göreve başladı. Basına sızan ünlü MİT raporunu hazırlayan Daire'de görevli olduğu için soruşturma geçirdi. Başka bir bakanlığa atanacağını öğrenince 1988 yılında MİT'den emekliye ayrıldı.
1993 yılında dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'ın daveti üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü'nde çalışmaya başladı.

1996 yılına kadar Özel Harekat timlerini yetiştirdi ve bunlarla birlikte operasyonlara katıldı.

Samsun Terme nüfusuna kayıtlı Korkut Eken evli ve 3 çocuk babası.

26 Ocak 2008 Cumartesi

Türkçü

Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hepsi, geçici bir hastalığın belirtisidir ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten erdemlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkan ve fırsat aramaktadır

Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.

Türkçü, gününü gün eden veya dalkavuk bir insan olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine karşı gösterir. Tarihimizde kahramanlık ve büyüklük bol bol bulunduğu için, bazı küçük milletlerin yaptığı gibi kahraman ve kahramanlık icadına lüzum görmeden, esasen var olanların hakkını vermekle yetinir. Böylelikle, milli kahramanlarına saygı gösterir, fakat milli kahramanların kusuru da varsa, söylemekten çekinmez ve hiçbir sebeple, kahraman olmayana kahramanlık payesi vermez. Hele Türklüğün mukaddesatını yıkanı asla bağışlamaz ve bunları bağışlayanları düşman sayar

Türkçü, alçak gönüllü olmaya mecburdur. Çünkü, kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek veya takdir olunmak içindir. Halbuki takdir beklemek bir bencilliktir. Türkçü, milletine bir hizmet yaparken, bunu, beğenilmek için değil, görev bildiği için yapar ve yapacağı en büyük hizmetin bile, adı sanki bilinmeden ölüp mezarsız yatan şehitlerin hizmeti yanında pek küçük kalacağını bilir.

Türkçülük, yükselmek için değil, yükseltmek içindir. Topluluklar, fedakar fertlerinin çokluğu nispetinde yükselir.

Türkçülük, bir fikir olduğu kadar da inançtır. İnanç olduğu için de tartışmasız, tenkitsiz kabul olunur. Onun tartışılacak ve tenkit olunacak tarafı temeli, esası değil, ayrıntılarıdır

Türkçüler, dayanışmalı yaşamaya mecburdur. Dayanışma, az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde, için için bir çekişme var demektir. Türkçü, ülküdaşları ile olacak bir geçimsizliğin ülküye zarar getireceğini bilir

Türkçü hiç şüphesiz, Türkten olur. Fakat her "Türkçüyüm" diyen Türkçü değildir. Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lazımdır.

Türkçülüğün en büyük görevi Türklüğe hizmettir. Bunun da baş şartlarından biri, çevresinde bulunanlara Türklük sevgisini aşılamaktır. O, yorulmadan, bıkmadan, Türk soyunun üstünlüğünü anlatacak yabancıların tehlikesini söyleyecek, Türk ahlakının gereklerini bildirecek, barışmaz düşmanımızın Moskof olduğunu telkin edecektir

Moskofçu komünistin vatan haini olduğunu en iyi ve herkesten önce anlayan Türkçülerdir. Onun için komünistlerle her yerde, her vasıta ile, her şekilde savaşacaklardır.

Kısacası, Türkçüler, XX.yüzyılda Türk milletinin fedakarlarıdır

22 Ocak 2008 Salı

karakefen....

kimi zaman altın kafes de bir tavuk
kimi zaman tahta kümes de bir kanarya...

kimi zaman okyanus dibinde yüzen bir deve
kimi zaman ıssız çölde bi başına çırpınan bir balık..

kimi zaman bir sofunun evinde bir kadeh şarap
kimi zaman bir inançsızın evinde kutsal kitap..

kimi zaman dondurmanın üzerindeki çikulete sosu
kimi zaman bir elmenın içine yuva kurmuş bir kurt..

karakefen..hep yanlış yerde...hep yanlış insan..

3 Mayıs 1944

3 Mayıs Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, edebi ve ilmi sınırları pek de aşmıyan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayısında birdenbire hareket oluverdi.

Ali Suaviler, Süleyman Paşalar, Mehmen Eminler, Ziya Gökalplar, Rıza Nurlar yalnız duygu, düşünce, iş Türkçüsü idiler. Hareket Türkçüsü olmamışlardı. Çırağan baskını Türkçü Ali Suavinin siyasi bir hareketiydi. Bunun Türkçülükle ilgisi yoktu. Sıhhiye Vekili olduğu zaman gayri Türkleri atarak yerine Türkleri yerleştiren Rıza Nur fiili Türkçülük yapıyordu. Fakat bu da hareket değildi.

Türkçülükte ilk hareketi 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü, Ankara'daki birkaç bin meçhul Türk genci yaptı. Bu bakımdan Türkçülük tarihinde onların hususi bir şerefi vardır

Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. Ona bir bayram diyemiyeceğiz.Çünkü yıllarla süren büyük ızdırabımız o gün başlamıştır. Ona bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşı ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3 Mayıs'ta gafletten ayrılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür.Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs'a Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz.

Hoşlanmayanlar onu benimsemesin. Yalnız kendilerine benzeyenler, yani Türke benzemeyenler onu yadırgamasın. Biz 3 Mayıs'ı sevmekte devam edeceğiz.

Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı 3 Mayıs hareketini yaparken onun çift olduğunu acı bir deneme ile öğrendi. Bu milli hareketin zaferinden korkan Türkçülük düşmanları, Türkçüleri ortaçağı andıran vahşetlerle hapse atılır ve aleyhlerinde türlü yayınlar yapılırken, onları tartışmaya çağırmak garabetini de gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak ve Türkçüler günü olan 3 Mayıs, bir gün Türklerin günü olunca onlar tarihin büyük mahkemesinde layık oldukları akıbete uğrayacaklardır.

Türkçüler Toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayısı analım. Analım ve Kür Şadın hatırasını yüceltelim...

Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-ı hürriyet,
Çalış, idraki kaldır muktedirsen ademiyetten!


Hüseyin Nihal Atsız

16 Ocak 2008 Çarşamba

Girdap

Karanlığın içinde çırpınıp duruyorum
Ruhum için savaşmaktan yoruldum, biliyorum
Hiç bir çarem yok, kaçışım yok
Bu girdabın içinde yavaş yavaş kayboluyorum!!

Sanki amaçsız, boş yere yaşıyorum
Yada hayattan istediğimi alamıyorum
Hiç bir beklentim yok, ümidim yok
Bu girdabın içinde yolumu bulamıyorum!!

Yolun sonunda ışık var diyorlar, inanıyorum
Cılız bir istekle devam edip arıyorum
Hiç bir ışık yok, aydınlık yok
Bu girabın içinde kör oldum göremiyorum!!

Kaderime lanetimle boyun eğiyorum
Kaybettin diyorlar çaresizim, hissediyorum
Artık hiç bir şeyim yok, kurtuluşum yok
Bu girdap beni boğuyor, ben kaçamıyorum!!!

9 Rakamı ve Türkler

Eski Türkler'de dokuz, kutsal ve önemli bir sayıdır.

Türk kaganlarının dokuz tuğu bulunurdu. Radloff'un saptadığı Manas Destanı'nda, Manas'ın gömülüşü anlatılırken, ölüsünün dokuz gün bekletildiği, işlemeli giyimlerinin dokuz parçaya bölünüp halka üleştirildiği anlatılır. Osmanlı Türkleri'nde de görülen, verilen armağın dokuz sayısı ile ölçülmesi geleneği çok eskilere dayanır. Buna benzer olarak, Marco Polo Cengizli Kaganlığı'nda büyük hana verilen armağanların dokuz kat olarak sunulması gerektiğini söyler. Dede Korkut Kitabı'nda geçen dokuzlama çargap da armağanların en büyüğüdür. Yine Dede Korkut Kitabı'nda, Deli Dumrul doğduğunda babası dokuz buğra öldürür; ana oğlunu dokuz ay dar karnında taşımıştır; Oguz beğlerinin toylarında onlara dokuz karagözlü kafir kızları sağarak (bardak, kadeh) sürerler, badyalar dokuz yerde kurulur, Oguz alpı övünürken düşmanın dokuzunu bir yerine saydıracağını söyler, dört tür kadın içinde en kötüsü sabahleyin daha elini yıkamadan dokuz bulamaç yer.

''Dokuz'' kelimesinin Eski Türkçe'deki söylenişi tokuz'dur. Eski Türk boylarının kimilerinin adlarında dokuz sözcüğü geçer. Örnek Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz), Tokuz Ogur (Dokuz Ogur), Tokuz Tatar (Dokuz Tatar).

Altay şamanizminde, dokuz sayısının önemli bir yeri vardır. Mesela Altay şamanları, omuzlarından dokuz ok (Yebe) ve yay (Ya) simgelerini eksik etmezler. Onlara göre bu dokuz ok ile yay, Kuday'dan tartkan, yani Tanrı'dan uzatılan şeylerdir. Altay Türkleri'ne göre, insanın iskeletinde avuç, ayak kemiği, baş, bel, dirsek, diz, el bileği, omuz, topuk olmak üzere dokuz ek vardır. Altay Türkleri'nde şaman (kam), Ülgen'e (Tanrı'ya) kurban sunmak için göğe çıkar. Bu yolculuk üç gün sürer. Kurbanı göğün dokuzuncu katına çıkarınca Ülgen'e sunar. Yeraltı ve gök dokuzar kattır; ikisinin arasındaki yeryüzünde insanlar oturur. Altay şamanizminde Ülgen'in dokuz kızı ve dokuz oğlu varken, kötülüğün simgesi olan Erlik Han'ın (Erlik Han bir tür şeytandır) da aynı biçimde dokuz kızı ile dokuz oğlu vardır.Yine Altay Türkleri'nde, Örüs Sara adını taşıyan bahar bayramı dokuz mart kutlanır. Örüs Sara'nın anlamı, sürüleri otlatmağa çıkarma bayramıdır. Altaylılar'ın Gök Tanrı Kurbanı ile Dağ Kurbanı bayramlarının törenleri dokuz gün sürer; ilkbahar ayinine de dokuz masum kız ile dokuz masum erkek katılır. Şamanların giydiği Manyak adlı hırkanın sağ kolunda dört, sol kolunda 5 olmak üzere toplam dokuz çıngırak bulunur. Altay Türkleri'nin kıyamet tasvirine göre, denizin dibinde dokuz çatallı Karataş vardır ki kıyamet zamanında bu taş dokuz yerinden açılacak, demirden ve koyu sarı atlara binmiş dokuz atlı çevreye saldıracaktır.

Altay Türkleri'nin Yaratılış Destanı'nda Tanrı, evreni yaratırken bir de dokuz dallı bir ağaç yaratır. Sonra Tanrı, her dokuz dalın kökünden birer kişi yaratır ve her kişiden birer oymak türer (toplam dokuz kişi, dokuz oymak). Anohin, Altay Türkleri'nin inanışında yer alan ve yer altında yaşayan Abra ve Yutpa adlı iki büyük canavarla ilgili bilgiler verirken şöyle der: ''Yeşil bir kumaştan yapılmış ve örgülerle süslenmiş Abra'nın tasviri, şamanın giysisine asılır. Abra'nın başı puhu tüyleri (ülberk) ile süslenir. Gözü, parlak bakır düğmelerden, ayakları da genellikle kırmızı kumaşlardan seçilmiş yamalardan yapılır. Bunlara, örülmüş dokuz püskül eklenir.'' Altay Türkleri'nin kutsal yaşam (gök) ağacı da dokuz dallıdır.

Güney Sibirya'da yaşayan Minusinsk Tatarları'nın söylediği bir destanda, İrle Han'ın evinin önünde bir kara ağaç vardır. Bu ağacın kökünden dokuz ağaç yükselir. Bir Güney Sibirya masalında yer altındaki kötü ruhlar, masalın kahramanı olan çocuğa dokuz zincir vurur ve hapsederler. Kuzey Asya masallarında altın yeleli, gümüş üzengili, kuyruğu dokuz örmeli, dokuz kolanlı atlardan söz edilir. Yakut Türkleri'nin Er Sogotoh Destanı'nda gök, dokuz katlıdır; yine bu destanda Kara Han'ın dokuz kızı vardır. Ayrıca gök ruhları da dokuz adettir.

Yukarıda da değinildiği gibi, Türk kaganlarının dokuz tuğu olurdu. GökTürkler çağında bir kişi kagan olduğunda, bir kalkan (ya da bir keçe) üzerine konup, göğe kaldırılarak dokuz kez döndürülürdü. Ayrıca GökTürk Anıtları'nda, Tokuz Ersin (Dokuz Ersin) adındaki bir yerden söz edilir. İlhanlı hükümdarı Hulagu'nun karısı ve en yakın danışmanı olan ve bir hıristiyan olan kadının adı da Dokuz Hatun idi.

Dokuz sayısı, Türkler'in destanlarında da çokça geçer: dokuz ağaç, dokuz boy, dokuz dallı ağaç, dokuz dev, , dokuz felek, Dokuz Oğuz gibi. Türkler Ergenekon'dan, bir rivayete göre dokuz martta, bir rivayete göre de yirmi bir martta (Nevruz Bayramı'nın kutlandığı gün) çıkmışlardır. Herhalde dokuz mart, Ergenekon'dan çıkışın başladığı gün, yirmi bir mart da çıkışın tamamlandığı gündür.

14 Ocak 2008 Pazartesi

NAZIM NAZIM DEDİKLERİ...

Nazım Hikmet 12 Ağustos 1925 tarihinde İstiklal Mahkemesi huzurunda komunizm propagandası yahmak suçu ile 15 yıl ağır hapse mahkum olmuştu. İkinci defa 1938 yılında harp okulu talebeleri arasında gene komunizm propagandası yapmaktan tekrar 15 yıl ağır hapse;

Üçüncü defa ise gene aynı yıl içinde deniz kuvvetlerimize mensup subay ve eratı isyana teşvik suçundan 28 yıl ağır hapse mahkum edilmiş müzmin bir sabıkalı idi.

1950 yılında cezasının büyükçe bir kısmı affedilmek suretiyle hürriyetine kavuşturulmuş olmasına rağmen, 1951 yılında Türkiye’den kaçmış, Moskova’da ilk verdiği beyanatta “Benim asıl vatanım Rusya’dır” demek suretiyle Türk milleti ve Türk vatanı ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını bir kere daha açıkça ifade etmişti. Nazım Hikmet 12 yıl yaşadığı Moskova’da ve diğer demirperde ülkelerinde fasılasız Türkiye aleyhinde faaliyet göstermiş, her gün beş ayrı saatte Türkçe yayın yapan Komunist bizim radyoyu idare etmişti.

Türk’ e düşman olmanın derecesine bakın ki; Moskova’da yaşadıktan bir süre sonra, Polonya’ya gitmiş, kendisinin Polonyalı bir aileden geldiğini ispat etmek suretiyle RAN olan soyadının yerine VERZANSKİ soyadını almıştır. Daha sonra yazdığı LEHİSTAN MEKTUBU başlıklı şiirinde de;

“Göğsümü kabartmıyor değil / Dedelerimin birinin Leh’li oluşu..” demektedir. Nazım Hikmet 2 Haziran 1963 yılında öldükten sonra Türkiye’ de bıraktığı ve yetiştirdiği Marksist kafalarla, onlara ayak uyduran gafil kafalar, Nazım’ın ihanetini unutturmak istemişler, onun VATAN HAİNİ değil, VATAN ŞAİRİ olduğu yalanını, bir gerçekmiş gibi yaymışlardır.

Bilindiği gibi Nazım’ın eserlerinden oluşan ve hakkından methiye olarak kaleme alınan kitapların sayısı 70’ e ulaşmış olmasına karşın, onun gerçek hüviyetini açıklayan, faaliyetlerini, mahkumiyetini, ihanetini ve komunizmle ma’lül olan şifa bulmaz hastalığını dile getiren Necdet SANCAR’ ın NAZIM HİKMET MASALI adlı kitabı istisna edilirse henüz yayınlanmamıştır. Masum ve körpe dimağlar bu yalanla tersyüz edilmiştir. İşte bu kitabımızda bu vazifeyi yerine getirmek istiyoruz. Yani yanıltılan, tersyüz edilen, hatta Nazım’ın eserleriyle tahrik ve tahrip edilen dimağları tamir ve tenvir etmek istiyoruz.

Bir hususu daha hatırlatalım ki; Nazım Hikmet methiyeciliği sadece onun adına yayınlanan kitaplar vasıtasıyla yapılmamıştır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerimizde doğum ve ölüm yıldönümlerinde onu anmak için toplantılar tertiplenmiştir. Adı ilerici, devrimci maskesi ile gizlenmek istenen Marksist teşekküller, onun adına ödül verilmesi için faaliyette bulunmuşlardır. Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Devrimci kuruluşların salonlarında Nazım Hikmet adına sergiler düzenlenmiştir. Kısa adı DİSK olan bir işçi teşekkülünün, GREV kararı aldığı fabrikaların kapılarına boy boy N. Hikmet resimleri asılmıştır. Dahası var; onun adına albümler, tablolar, takvimler yaptırmışlardır.

Solcu sosyalist, Marksist yazarların yanında Ankara ve İzmir Belediye Başkanları, Nazım Hikmet’in Moskova’ daki mezarlarını ziyaret programları tertip etmişlerdir. Hatırlarda olduğu üzere 1975 yılının Ekim ayı içinde CHP’ nin Ankara Belediye Başkanı olan Vedat DALOKAY, Moskova Belediye Başkanı’nın davetlisi olarak Rusya’ya çağrılmıştı. İstanbul ve Ankara’ da yayınlanan bir kısım gazeteler, Vedat DALOKAY’ ın Moskova seyahati dolayısı ile, Ankara’ dan götüreceği bir torba toprağı VATAN ŞAİRİ dediği Nazım Hikmet’ in mezarına serpeceğini haber vermişlerdi.

Vedat DALOKAY böylesi resmi davete icabet ederken Nazım Hikmet’in mezarına toprak götürmek gibi oldukça utanç verici bir harekete tevessül etmeyeceği zannedilmişti. Çünkü Vedat DALOKAY önce bir partiyi temsil etmekte idi. Hem de mecliste en çok üyesi bulunan bir partiyi. Hiç değilse mensup olduğu partiyi düşünerek bir takım hain kafaları sevindirecek bir harekete tevessül edemezdi. Üstelik Vedat DALOKAY dünyanın her yerinde olduğu gibi, Marksist ve Komünistlerin hırsız adını verdikleri bir kişi idi. Çünkü komünizmin lügatında zenginlik eşittir hırsızlık demekti.

Vedat DALOKAY’ da Türkiye’mizin sayılı zenginlerinden biri olduğuna göre, malına, servetine, GÖZ DİKEN zihniyeti memnun edecek bir harekette bulunamazdı.

LAKİN !...

Vedat DALOKAY böylesi masum düşünenleri şaşırtan, camiden çıkıpta CHP’ ye oy veren yoksul vatandaşımızı fazlasıyla utandıran bir harekete tevessül etmiş, şimdiye kadar en büyük Türk düşmanlarının, en hain satılmışın, en iğrenç bir komünistin bile cesaret edemeyeceği bir işi yapmış, VATAN toprağını bir VATAN HAİNİ’ nin mezarına götürmüştü...

Bir kısım gazetenin haberine bakılırsa, Ankara’ dan alınıp Rusya’ ya Nazım Hikmet’ in mezarına götürülen toprak, Anayasa’yı ihlal suçu ile daha doğrusu Türkiye’ de Marksist Leninist bir düzeni hakim kılmak suçu ile idam edilmiş olan Deniz GEZMİŞ’ in mezarından alınmıştır. Vedat DALOKAY’ ın sanki yapacak başka bir işi kalmamıştı. Rusya dönüşünde de, Sovyetlerde nasıl bir anlaşmaya varıldığı haberlerinden ziyade, LENİN’ in büstü önünde, KIZIL MEYDANDA ve Nazım Hikmet’ in mezarı başında boy boy resimleri yayınlanmıştır. Üstelik Nazım Hikmet’ in mezarının Türkiye’ ye getirileceğini beyan etmişti.

Dalokay’ ın bu davranış ve beyanları, hiç şüphesiz Marksist militanlar için Nazım Hikmet adına daha doğrusu komunizm adına yapageldikleri propagandalar için yeni bir cesaret kaynağı olmuştu.

VATAN HAİNİ Mİ, VATAN ŞAİRİ Mİ? Kitabımızı dikkatle tetkik edenler, eğer kafalarında bir tereddüt varsa ümit ederiz ki, hem onlardan kurtulacaklar, hem de Nazım Hikmet adına söylenenlerin sinsi, korkunç bir yalan ve propagandadan başka bir şey olmadığına kani olacaklardır...

İlhan DARENDELİĞOĞLU, 15 Şubat 1978

Nazım'dan Bir Şiir Daha

100 Metreden
Çiftleşen iki sineği seçebilen iki gözüm
Elbette gördü
İki ayakların
İkiye ayrıldığını
Sen
Benim
Hangisinden olduğumu anlamak istiyorsan
Cebime sok kafanı
Orda aydınlığı okuyan kara ekmek
Sana doğruyu söyler

(Varan 3, sayfa 3)

12 Ocak 2008 Cumartesi

Benedictum


Benedictum'a olan hayranlığım resimde görülen Veronica'dan tamamen
bağımsız(!) bir şekilde gurubun müziğine duyduğum sevgi ile mevcut buldu.
Benedictum'u dinledikçe dinledim dinledikçe dinledim ve şarkılar mısra mısra
nota nota tek tek kanıma işledi..ve ben grubun fanı oluverdim :)

heavy metal tarzını icra eden bu grubu bence herkes dinlemeli...


bu Benedictum - Seasons Of Tragedy (2008) için link..

http://rapidshare.com/files/75398923/Benedictum_by_nidhogg.rar

10 Ocak 2008 Perşembe

Ziya Gökalp Türk Medeniyeti Tarihi

Türkçü düşüncenin Türkiye yer bulup yayılmasına
ön ayak olan değerli kalem Gökalp'ın güzel bir eseriydi..
her ne kadar ağır bir dil kullanılmışsa da
okuması zevkli oldu..umarım günümüz Türkçesi ile yeniden basılr
ve geçmişte o9lduğu gibi okullarda okutulur

Atsız'ın Doğum Günü

Türk'ün Türkçü'nün dostu
fikir ve edebiyat adamı sayın Hüseyin Nihal Atsız
beyin 103. doğum günü şimdiden kutlu olsun

8 Ocak 2008 Salı

Fazıl'ım Bi Sus Ya...

canım,bitanem fazılım bi konuştu pir konuştu...
kendisi gibi düşünenlerin ½30 larda kaldığını
geri kafalı bir zihniyetin ülkede egemen oldığunu
kendisi gibi aydınların bu ülkede yaşamakta zorlandığını
ve de bu durumun sürmesi halinde ülkeyi terk edebileceğini söyledi...

fazıla ilk lafım şu olcak:hay maşallah fazılım aydın da olmuş...:)

kendisi gibi düşünenlerin azınlık oldugunu söyleyerek
sol görüşe mensup biri olduğunu açıkça ortaya
koyuyorki bir sanatçının siyasete bulaşmasını asla onaylamayan biri
olarak bu davranışını hiç tasvip etmedim..

bir ülke de kendi görüşten olmayanlar iktidar olduğu için
hiçbir vatandaş hele ki bu vatandaş yurdunu sevdiğini
iddia ediyorsa ülkesini bırakıp gitmez...
ülkesini sevmediğini de açıklamış oldu....
benim gibi düşünenler belki de bin de bir oranındadır ben ne yapayım
ben de mi bırakıp gideyim..bunun sonu gelmez ki..
her iktidar değiştiğinde bu ülkeden biri göç mü etmeli
saçma sapan konuşmuşsun fazılım :)

bi de fazılım aydın sıfatını sana kim verdi.
sen kimi aydınlattın ki aydın dendi sana..
mum dibini aydınlatmaz diye bi söz vardır ki bu sözün doğruluğu
fazılım sayesinde görülmüş oldu.bire fazılım sen önce kendini aydınlat..

burdan önerim eğer fazıl kendini aydınlatamazsa
birkaç kişi toplanıp fazılımı aydınlatmaya gitsin.
belki aydınlanınca böyle sapur supur konuşmaz

4 Ocak 2008 Cuma

Cemil İpekçi...

cemil ipekçinin eşcinsel itiraflarında bulunduğunu duymuş
fakar hiç inanmamıştım..meğer haklılarmış..
ntv de açık açık eşcinsel oldugunu söyledi..
cemil ipekçi:farklı şeyler hissedip farklı beden de yaşamak Türkiye de zor..
çiğdem anat:çok açık sözlüsünüz...

bu itirafının ardından ipekçi'ye
Yürü be kim tutar seni diyor..saygılarımı sunuyorum..

Nazım Büyük Şair...

büyük şairimiz(!) nazım'a herkes övgüler düzerken ben
bu adamdan bir cacık olmaz diyerek onların karşısında
duruyordum.meğer ben yanılıyormuşum.
adam hakkatten iyi şairmiş.bu yanılgıyı anladıktan sonra karar verdim.
eğer hala benim gibi nazım'ın kötü şair olduğunu düşünenlere
yol gösterecektim.aha da yolu gösteriyorum.
işte nazım'ın büyük şairin şiirlerinden birkaçı..
okuyun ve şairliğine hayran kalın...

Bana bak
Hey !
Avanak
Elinden o zırıltıyı bıraksana
Sana
Üç telinde üç sıska bülbül öten
Üç telli saz
Yaramaz
Hey
Hey
Üç telli sazın
Üç telinde öten sıska bülbül
Öldü acından
Onu attım köşeye

(Orkestra, başlıklı şiirinden)