13 Şubat 2008 Çarşamba

Ayyuka


son zamanlarda çıkan en iyi Türk gruplarından biri Ayyuka..
her ne kadar birazcık Replikası anımsatmış olsa da bana
yaptıkları şarkıların güzelliği ile bu kalıba sokamıyorum..
unutursam,toz bulutu,hayat derdi bandı beni,dünya hali albümdeki en gözde parçalarım..bu başarılı grup şiddetle önerilir..

9 Şubat 2008 Cumartesi

Nihal Atsız Makaleleri/DIŞARIDAN GELMEMİŞ OLAN TEK DÜŞÜNCE

Türkçülük düşüncesi, bu fikrin düşmanları veya her şeyle alay etmek alışkanlığında olan prensipsizler tarafından saldırıya uğrarken, yapılan sataşmaların başlıcaları şunlar olmuştur:

1-Bunlardan biri “Türkçülük” kelimesine olan itirazdır. İtirazcılar şöyle demektedirler: “Türkçülük de ne demek oluyor? Bunlar Türk mü satıyorlar? Sütçü, süt alan demek olduğu gibi bunun manası da Türk satan demektir. Böyle saçma bir düşünce olur mu?” Bu itirazın hiçbir ciddi tarafı olmadığı meydandadır. Çünkü kelimelerin sonuna gelen “ci, cı, cü, cu, çi, çı, çü, çu” ekleri, yalnız o nesnenin satıcılığını göstermez; türlü türlü manalara da gelir. En yaygın ve geniş anlamı ise sevgi, taraftarlık, mensupluk belirtmesidir. Nitekim “cumhuriyetçi” ve “kıralcı” kelimeleri cumhuriyeti ve kıralı satan değil, tamamen aksine seven, taraftarlık eden demektir. Bunun gibi “Türkçü” kelimesi de “Türkü seven”, “Türke taraftar olan” anlamına gelir.

2-İkinci ve pek olumsuz bir itiraz, Türkçülüğün, memleketteki başka unsurları gücendireceği fikridir. Bunun da hiçbir tutar yeri olmadığı ortadadır. Dünyanın hiçbir yerinde, yüzde on gücenecek diye yüzde doksanın kendi düşüncelerini ve çıkarlarını açıkça ileri sürmekten alıkonmak istemesi görülmüş değildir. Bundan başka bir memleket, yalnız bir milletindin ve o milletin istek ve çıkarlarına göre idare olunur. Azınlıklar o ülkede, ancak, asıl sahiplerin milli haklarına baygı göstermek şartıyla adalet içinde yaşamak hakkına maliktirler ve hiçir suretle, kendi özel ve milli şartlarını, çıkarlarını ileri süremezler. Hele memleketin asıl sahiplerinin hak ve çıkarları aleyhinde hiçbir dilekte bulunamazlar. Bu takdirde vatana ihanet etmiş olurlar.

Türkiye’de, yüzde on gücenecek diye yüzde doksanı Türkçülük yapmakta alıkoymaya çalışmak, adeta, yüzde onun manevi diktatörlüğünü kurmak demektir. Böyle bir düşüncenin ahlakla ve kanunla ilgisi yoktur. Hiçbir türlü mantıkta da makbul bir prensip değildir.

3-Üçüncü ve makul gibi gözüken bir itiraz; Türkçülüğün, bütün dünya Türklerini ülkü edinmesi bakımından hayli, boş, hatta maceracı ve tehlikeli olması düşüncesidir. Bu da yanlıştır.

“Hayali” demek, asla gerçekleşmeyecek ve gerçekleşmemiş demekse, Türkçülük hayali değildir.

Türkçülük, Türklüğün geçmişteki haklarının mirasını istemek bakımından haklı, meşru ve tarihi bir davadır.

Türkçülüğün istekleri, geçmişte birkaç kere gerçek olduğu için, “hayal olmamak” gibi bir dayanağı var demektir.

Büyük milli ülkülerin hiçbirisi, gerçekleşmesi kolay işlerden değildir. Fakat hepsi birer birer gerçek olmaktadır. Hindistan ve İndonezya kaç yüzyıl sonra milli dileklerine kavuştular? Otuz yıl önce yalnız birkaç aydının kafasındaki hayal olan İndonezya bağımsızlığı nasıl gerçekleşti? Sekiz yüzyıllık bir tutsaklıktan, hatta dilini kaybettikten sonra, İrlandalılar, nasıl kurtulup, kitaplarda kalan milli dillerini diriltmeye koyuldular? Ya hele, dilleriyle anavatanlarını da kaybedip dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler, 2000 yıl sonra Filistin’de milli devletlerini kurup milli dillerini milli yazıları ile yazmaya başlamadılar mı? Bütün bunların yanında Türkçülük ülküsü ne kadar yumuşaktır?

Türkçülüğün, maceracı olduğu hakkındaki iddia da hiçbir tarihi olaya dayanmamaktadır. Türkçülük, şimdiye kadar iş başına gelmiş değildir ki, maceracı olduğu denenmiş olsun. Sınırdışı ırkdaşlarını düşünmek, onların bizimle birleşmesini veya hiç olmazsa bağımsız olmasını istemek ise hiçbir zaman maceracılık değildir. Dünyanın bütün milletleri, hatta pek yeni devlet kuranları bile ilki iş olarak sınırdışı ırkdaşlarımızı düşünmek ve hele insan hakları beyannamesinden sonra, onların da insan haklarından faydalanması için teşebbüslere girişmekle yükümlüyüz. Soydaşlarımızı, sistemli bir şekilde yok edenlere savaşa hazırlanmak maceracılık değildir. Milletimizin ve insanlığın en kutlu hakları uğrunda Kore savaşına katılmak nasıl maceracılık değilse; Türklüğün, insanlığın, medeniyetin, mukaddesatın düşmanı olan Moskoflarla hesaplaşmayı düşünmek de öylece maceracılık değildir. Kore’de nasıl Türkiye savunulduysa, kendi sınırlarımızda da Türkiye, Türklük ve bütün insanlık korunacaktır.

4-Solcular tarafından yapılan bir itiraz da, Türkçülüğün dışardan gelme bir fikir olduğudur. Güya bunu Almanlar icad ederek Türkiye’ye sokmuşlar” Türkçülüğün ırkçılık ilkesi de, Hitler Almanyasının ırkçılığından alınma imiş!

Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığı ve Türk ırkçılığının Alman ırkçılığından çok eski olduğu belgelerle meydandadır. Bir milli ülkünün, yabancı bir millet tarafından Türklere aşılandığı yolundaki bu itiraz, üzerinde durmaya değmeyecek kadar çürüktür.


*********************************************************

Gerçekte ise, bugün, Türkiye’de fikir akımları arasında yerli ve mili olan tek fikir Türkçülüktür. Faydalı veya zararlı olsun, ötekilerin hepsi dışardan gelmiştir: Komünizm, bize, Rusya’dan aktarılmış ve bir vatan ihaneti halini almıştır. Milletlerarası Yahudi aleti olan Masonluk, Balkanlar yolu ile Türkiye’ye girmiştir. Bugün itibarda olan demokrasinin vatanı İngiltere, sonra Fransa’dır. Epey taraftarı bulunan iktisadi liberalizm ve devletçilik de yabancı köklüdür. Bir zamanlar gazetelerde ve Meclis içinde taraftarları görülen Faşizm, İtalya ve Almanya’da doğmuştur. Hatta bugün Türklerce benimsenip milli bir hale gelmiş bulunan müslümanlık bile aslında Türk köklü değildir.

Türk köklü tek fikir, tek ülkü yalnız Türkçülüktür. Bu bakımdan da milli şuurumuzun gelişmesi nisbetinde büyüyecek, güçlenecek ve atılışlar yapacaktır.

(Orkun, 13 Ekim 1950)

Türk Gizli Örgütü/Börü Budun

İslamiyet öncesi dönemde, hakanların ve şamanların kurmuş olduğu bu örgüt faaliyetlerine çin ve komşu ülkelerde çeşitli ajanlık ve örgütlenmeler ile başlamıştı. Selçuklu ve Osmanlıda da varlığını sürdürdüğünü sandığımız bu örgütün bu gün bile var olduğuna dair söylentiler vardır. Üzerindeki renklerin ve temanın gökTürklerle bire bir örtüşmesi ilginçtir. Mistik güçleri olduğu düşünülen şamanların, bu güne kadar ki sırlarını ve Türk Dünyasının gerçek tarihine sahip olduğu söylenmektedir.


Ancak börü budunun karşı olduğu bir tavır Osmanlı Türk ordusu içine yerleşen Devşirme yöntemiydi. Börü budunun tavsiyesi ile kurulmuş olan Akıncılar bu yüzden gözden düşmeye başladılar.

Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çıkacaktır.


Börü budun gökTürk hakanı Vezir Bilge Tonyukuk tarafından, İlteriş yani Kutluk Kağanın emriyle tahmini olarak 680 de kuruldu. Karşı ordular ve milletler hakkında çeşitli ajanlar kullanarak bilgi toplamak ve sabote etmek gibi işler için kullanıldı. Toplamda 50 kişiye yakın oldukları söylenmekte. Henüz hükümdarlığını ilan etmemiş olan ve devlet kurma hazırlığında olan İlteriş kağan, Başta vezir Bilge Tonyukuk olmak üzere onyedi arkadaşı ile bir birlik oluşturmaya karar verdiğinde ortaya ilk teşkilat olarak börü budun çıktı. Daha sonra ise 2. GökTürk devleti zamanı başladı.

Aşına soyunun bir dişi kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler, Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır. Ancak kurttan-türeme geleneğinin, Asya Hunları arasında da mevcut olması ve kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı (Bozkurt Destanı'nın aslı) rivayetinin Hunlarda görülmesi, Gök-Türklerin Hunlara nispetini ortaya koymaktadır. Aşına ailesinin, yalnız bir erkek çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu rivayetini, Tsü-kü (aslında Asya Hun devletinde bir unvan) adlı Hun ailesine mensup Meng-sün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun Devletinin, 439'da Tabgaçlar tarafından yıkılması hadisesine bağlamak mümkündür. Sui-shu'ya (Çin yıllığı, 581-618) göre, bu Hun devletinde idareyi elinde tutan Tsü-kü (Chü-ch'ü)'ler imha edildiği zaman, A-shih-na (Aşına) kolu, 500 ailelik bir kütle halinde, Kan-su bölgesinden göçerek, Juan-juanlara sığınmışlardı. Gök-Türklerin nüvesini teşkil ettiği belirtilen ve Meng-sün'ün oğlu An-çu ve sonra torunu Şu'nun öldürülmesi üzerine önce Hsi-hai'da iken sonra Altaylar'a nüfuz eden bu kütle, Chü-ch'üler (Tsü-kü) yolu ile de Asya Hunlarına bağlanmaktadır ve hatta, bu kısa göç hareketini idare eden Aşına soyunun, Güney Hun tanhuları yolu ile Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi, altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.

Kurt başlı sancak bu kurulmuş olan börü budun için bir gelenek ve simge halini de almıştır. Belki de dünyanın en eski istihbarat ve haber alma teşkilatı olmuştur. Büyük Selçuk İmparatorluğunun kurulması Börü Budun üyesi olan subaşı Dukak'a verilen emir ile oğlu zeki ve etkileyici konuşmaları ile tanınan Selçuk Bey'in budun emrine alınması sonucu gerekli Türk Kavimlerinin desteği sağlanarak baş olması sonucunda gerçekleştirilmişti. Sık sık devletler ile iç içe olmasına rağmen, devletlerden bağımsız olarak gökTürk örf, adet ve geleneklerine bağlı olduğu bilinen börü budun, Büyük selçukluya kadar islamlaşmış olmasına rağmen derin göktanrı ve şaman inancının etkilerini, büyülerini, ayinlerini ve geleneklerini sürdürmüştü. Anadolu selçuklu ve büyük selçuklunun ayrılmasının kararında en büyük etkinin yine Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olarak anadolu içlerini fetihle görevlendirilmiş, Anadoluya girişi ise börü budun tarafından istihbarat ağıyla donatılmış ve bizans ordusunda moral bozucu etkenler oluşturulmuş şekilde teslim alan Sultan Muhammed Alparslan sağlamıştır. Alâeddin Keykubad zamanında devlet işlerinde etkili olduğu söylenen Börü Budun teşkilatı bir çok dergah şeyhi, yönetici ve padişahın da üye bulunduğu gizli tarikatlar kurarak genişlemeye devam etmiştir. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, teşkilatın isteğinin dışında büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti. Böylece börü budun anadolu selçuklulardaki gücünü kaybetmeye başladığını anlayınca teşkilat gizlendi.

Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uc merkezleri olarak yükselip Gazi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu uc bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya'ya hakim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların varisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu'da Aydınoğulları, devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma gücüne sahip bulunuyordu.Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazalarıyla hayranlık uyandırması, şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu'sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sahip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğuları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri, kendi hesabına yayılma mücadelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt'te kurulan Osmanlı Beyliği en mütevazı bir durumda bulunuyordu.

Ertuğrul Gazi, tahminen doksan yaşında olduğu halde, 1288'de vefat ettiğinde, Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevazı bir toprak parçasına sahipti. Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla, Kayı boyundan olduğu için, Osman Bey börü budun yardımıyla hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey bu teşkilatın desteği ve yol göstermesi ile, Bizans'la mücadele etti. Bu sayede, 1288'de Selçuklu sultanının gönderdiği hakimiyet alâmetlerini alan Osman Gazi, böylece kendi nüfuz bölgesini ve oradaki reayayı (halkı) Bizans'a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp ( gök börü ), Akçakoca ( gök börü ) , Aykut Alp, Abdurrahman Gazi gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gazi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl ve Bilecik'i zaptetti. Bilecik'in fethi ve Osman Bey'in beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçukluları'nca Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyanı neticesinde Sultan III. Alaaddin Keykubad'ın kaçması hemen hemen aynı tarihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devleti'nin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gazi, bağımsızlığını (istiklâlini) ilan etti (27 Ocak 1300).

Osman gazi sahip olduğu mükkemmel istihbarat ağı sayesinde, gerek gizli ahilik ve yesevilik gibi tarikatların desteğini de alarak, önceden pisikolojik olarak muhasara ettiği bizans kalelerini tek tek ele geçirdi. efke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gazi, askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gazi'yi getirdi (1320). Osman Gazi, Bundan sonra ölümüne kadar, teşkilât meseleleriyle meşgul oldu.

Börü budun daha önceden kurmuş olduğu gizli örgütler ve tarikatları anadolu Türklüğünün geleceği olarak gördüğü genç osmanlılara yardım amacıyla harekete geçirdi. Edebâli, Dâvûd-ı Kayserî, Dursun Fakih gibi büyükler, Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar.

Ertuğrul Gazi'nin, oğlu Osman Gazi'ye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, üç mislinden daha fazla büyüyerek 16000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gazi ise, babasından devraldığı devletini, altı kat daha büyüterek, 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihayet, Murad-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında, devletini beş misli daha büyüterek, 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gayesini de çizmişti.

Gerçekten de, bir aşiretten, cihangir bir imparatorluğa giden yolda, neler yapıldığı incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim Fransız tarihçisi Grengur da " Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir " demektedir.

Kendisini Cengiz'in mirasçısı olarak gören ve Cengiz imparatorluğu topraklarının tamamına hâkim bir İslam devleti kurmak isteyen Timur Han, Altınordu Hanlığı gibi, Ankara civarında 20 Temmuz 1402'de, Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu'yu tekrar parçaladı. Ancak Timur han istenmeyen bu savaşı kaznmış olsa da, politik sebeplerle börü budunun desteklediği bu Türk devletini yıkma girişiminden dolayı cezalandırıldı. Ancak Timur han'da börü budun'a üye olup emirlerini oradan alsa da amacının bu devleti yıkmak olmadığını beyan etmişti.

Tarihçiler Timur'un kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını da hatırlatırlar. Yıldırım Bayezid'le savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti, bir süre bocalamış ve bir fetret devri geçirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hatta bütün tarihçiler, Timur Han'ın son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım Bayezid Han'ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar.

Ama o, kendi devrine kadar, Bilge Kağan'dan başka hiçbir Türk hükümdarın göstermediği bir anlayışla, gurur kaynağını şu sözlerle belirtmiştir:

"Biz ki Melik-i Turan, Emîr-i Türkistan'ız,
Biz ki Türk oğlu Türk'üz;
Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!..."

Timur Han, 19 Mart 1405 günü vefat etti. Son sözü "Lâ ilâhe illallah" oldu. Cenazesini mumyalayarak Semerkant'a götürdüler. Sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye, torununun yanına gömüldü.

Ancak Anadolu'da Türklüğün yayılması ve cihan Türk imparatorluğu kurmakla görevlendirilmiş olan bir Türk Devletine karşı savaşmış olan Timur devleti yok edilmeye mahkum edilmişti çoktan.

Bu arada Osmanlı'da "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır" diyen Fatih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere, sistemli bir teşebbüse girişti.

Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği müjde, 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) tarihe karışıyordu. Sistemli çalışmalar, pisikolojik yıldırma, vur kaç taktikleri ve güçlü istihbarat ağı Mehmet'e yardımcı olmuş, Türlük dünyasının dört bir yanından gelen bilim adamları ve alimler Fatih olmasının temellerini atmışlardı.

8 Şubat 2008 Cuma

Nihal Atsız Makaleleri/FAŞİST

"Faşist" demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca "facio" kelimesinden doğan bu sıfat, Musolini'nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına alem olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de "faşizm" denmişti. Milliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar "nazi" (Nasyonal Sosyalist'ten kısaltma), İspanyollar "falanjist", Belçikalılar "reksist", Romenler "gardist" kelimesini kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilk önce İtalya'da çıktığı için hepsine birden "faşizm" demek âdet olmuştu.

Faşizm ve komünizm aşağı yukarı aynı yıllarda İtalya ve Rusya'da iktidara geldiğinden komünistler, kendi düşmanlarına, bütün milliyetçilere ve giderek komünist olmayan herkese faşist demeye başlamışlardı.

Basit ve iptidâî komünist zihniyeti beş on kelimenin tutsağı hâline geldiği ve çapraşık meseleleri kavrayamayıp onları yavanlaştırdığı için dünyayı komünist ve faşistlerden mürekkep iki grup hâlinde görüyordu.

Bizde de 1970'lerdeki olaylar, komünistlerin kendilerinden olmayan herkese faşist dediğini bir kere daha ortaya koymuştur. Yani Türkiye'de komünistlerin faşist dediği, komünizm karşısında olan kimseler, özellikle Türk milliyetçileridir.

Türkiye'de komünistler vardır. Gizli bir komünist partisi de 1920'den beri daima mevcut olmuştur. Fakat Türkiye'de faşist olmadığı gibi açık veya gizli bir faşist partisi de yoktur.

Komünistler milliyeti inkâr ettikleri için dünyadaki bütün komünist partileri dost ve müttefiktir. Halbuki her milliyetçilik başka milliyetçiliklerin aleyhinde olduğundan komünistlerin topyekûn faşist diye adlandırdığı ayrı milletlerin milliyetçileri birbirinin düşmanı veya zıddıdır.

Türkiye'de faşist, şu veya bu değil, Türkçü gençler vardır. Bunlar göğüslerine millî alâmet olan Bozkurtlu rozet takarlar ve kendilerine Bozkurt derler. Komünistlerin gemi azıya aldığı yıllarda Adalet Partisi, kasdî mi olduğu hâlâ anlaşılmayan bir acz içinde olaylara seyirci kalırken millî duyguyu ve hattâ devleti bilek gücü ile savunanlar, düşmanları tarafından komando diye adlandırılan bu Bozkurtlardı.

İsmet İnönü, mahut zihniyetiyle bunları zamanın cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a şikâyet ederken Sunay Paşa sâbık millî şefe tarihî cevabını vererek onu susturmuştu.

Şimdi gazete havadislerinden öğreniyoruz ki küçük Bozkurtlardan biri, 16 yaşındaki Necati Kaya, göğsünde Bozkurtlu rozet olduğu için okul müdürü tarafından yüzüne sert bir cisimle vurularak komaya girmiş ve kurtarılamayarak ölmüştür. Bu kahraman (!) okul müdürü için ne söylense, ne kadar övülse azdır. Kine bakınız ki daha 16 yaşında bulunan körpe bir çocuğa elle değil de sert bir şeyle vuruyor, bunu da o çocuk göğsünde millî sembol olan Bozkurtu taşıdığı için yapıyor.

Bu cinayetten birkaç gün önce bir bakanın okullardaki faşistleri yumuşaklıkla yola getireceklerini söylemesi şaşırtıcı olmaktan da daha ileri bir şeydi. Bu faşistler kimlerdi? Varsa, adlarını söylemek devlet sırlarını açığa vurmak olmayacağı için hiç olmazsa bir tek isim vermesi gerekmez miydi?

Millî sembol düşmanlığı, milliyet düşmanlığı, milliyetçi düşmanlığı, millet düşmanlığı acaba nerelere kadar yürüyecek? Onlara şairin şu beytini hatırlatacağız:

Bu kavmın titre makrûn-ı adâlet intikamından;
Kılıçlar çıkmasın bir kerre pür-satvet niyâmından.
(Bu kavmın, adaletin yanında olan intikâmından titre. Kılıçlar kahredici olarak bir kere kınından çıkmaya görsün.)

Bozkurt'tan çakallar, köpekler ve tilkiler korkar. Kendi mefâhirine düşman olanın bu âdi hayvanlardan ne farkı olabilir ki?..

6 Şubat 2008 Çarşamba

Nihal Atsız Makaleleri/ASKERLİK VE DİSİPLİNLİ MİLLET

Türkçülüğün kendisine has bir dünya görüşü vardır. Realist olan Türkçülük “Yaşamak için kavga” kanununun, sonuna kadar devam edeceğine inandığından askerliğe karşı saygı duymakta ve ırkımızın askerî millet olmak geleneğini geliştirme amacını gütmektedir. “Artık savaş olmıyacak” gibi uyuşturucu telkinlerin, millî savunmamızı, gevşetmesi bakımından aleyhindeyiz.

Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz demek asker olmaya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Yaşamaya hak kazanmak bilimidir. Bu bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim ve fen onun yardımcısıdır.

Türkçülük “disiplinli millet” taraftarıdır. Disiplinli millet demek fertlerin devlete, devletin de fertlere zarar vermeyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir.

Disiplinli millet tipinde istibdat ve zorbalık olmadığı gibi hürriyet sarhoşluğu da yoktur. Disiplinli millet hayat telâkkisi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hattâ kılığı ve takvimi belli millet demektir.

(Orkun , 18 Ocak 1952)

5 Şubat 2008 Salı

Nihal Atsız Makeleleri/KURTARILMAMIŞ TÜRKLER

Türkiye dışında 60 milyon Türk, kurtarılmamış olarak yaşıyor. Osmanlı Türkleri’nin bölümleri olarak yanı başımızda duran Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Batı Trakya, Rodos, Suriye ve Kerkük Türkleri’nin dışında asıl büyük Türk kesimi İran, Efgan, Sovyetler ve Çin hâkimiyetinde tutsaktırlar. Bu dört devlet kendi tabiiyetlerinde bulunan Türkler’e hiçbir hak tanımamakta, elde edilmiş bazı haklar uzun fedakârlıklarla, büyük mücadeleyle sağlanmış bulunmaktadır.

İran’daki 13 milyon Türk, bu zayıf ve iptidaî imparatorluğun en büyük unsuru olduğu halde İran’da Türkçe öğretim yapan okul yoktur. Açılması yasaktır. Birçok devlet dairelerinin duvarlarına yalnız Farsça konuşulacağına dair levhalar asılmıştır. İran’ın 60.000 Ermeni’si için radyoda Ermenice yayın yapılırken zengin kültürlü 13 milyon Türk için böyle bir şey düşünülmemektedir. Çünkü Farslar’ın iddiasına göre İran’da Türkçe konuşanlar aslında Fars olup Moğollar İran’ı zaptettiği zaman bunları zorla Türkçe konuşmaya mecbur etmiştir.

Bunun ne kadar gülünç bir iddia olduğu ortadadır. Aslında, Yedinci Asırdaki Arap istilâsından sonra İran tamamen yok olmuş, Araplar, İran medeniyetini kökünden kazımış, hatta Arap kanı İran kanıyla karışarak eski sarışın İran tipi ortadan kalkıp onun yerine bugünkü esmer, kara saçlı, arapsı Acem tipi çıkmıştır.

9 – 10. yüzyıllarda Arap Abbasi halifelerine bağlı olarak İran’ın bazı bölümlerinde kurulan yerli hanedanlar ve bunların sonuncusu ve en büyüğü olan Büveyhliler, 11. yüzyıldaki Selçuklu fütühatıyla kaldırılmış, böylelikle İran’da dokuz asır süren Türk hâkimiyeti başlamıştır. “Moğollar’ın zorla Türkçe konuşturdukları halk”, daha Moğollar tarih sahnesinde yokken kuzeyden Hazar ve Sibir, doğudan Oğuz adıyla gelen bu Türkler’dir. Başlarındaki Çengiz Hanedanı Gök Türk soyundan olan ve Moğol’dan çok, büyük çoğunlukla Türkler’den oluşmuş bulunan Gök Moğol devleti ise 13. asırda Azerbaycan ve Anadolu’ya bir buçuk milyon Turanlı ile gelerek bu ülkelerin kesin sonuçlu olarak Türkleşmesini sağlamıştır.

İşte şimdi, bir oldu bitti ile tekrar Fars hakimiyetine geçen İran’daki 13 milyon soydaşımız İran’ın en zeki, cevvâl, çalışkan ve savaşçı unsuru olduğu halde insan haklarından mahrumdur. Onları düşünmek ve onlar için bir şeyler yapmak hakkımız ve görevimizdir.

İran’dan çok geri, üstelik çok da yoksul olan Efganistan’ın kuzeyinde de 3 milyon Özbek ve Türkmen vardır. Efganistan’ın bu kuzey bölgesi “Efgan Türkistanı”dır. Komünist kıyıcılığından kaçarak Efganistan’a geçen Özbek, Türkmen, pek az da Kırgız Türkü ile bugün 3 milyona varan bu Türkler, ancak %5’i okur-yazar olan iptidai Efganlılar’ın hakimiyeti altındadır. 25–30 yıl önce, hayvan sürüleriyle birlikte Türkiye’ye göçmek isteyen on binlerce Türkmen’e Efgan hükümeti izin vermemiştir. Bu Türklerin de Türkçe öğretim yapan okulları, radyodan Türkçe seslenen spikerleri yoktur. Efganistan denen ülke tarihteki Türk Kuşanlar’ın, Ak Hunlar’ın, Gazneliler’in, Temirliler’in ülkesidir. Efgan şehirleri bu eski Türkler’in medeniyet eserleriyle doludur. Bunları düşünmek ve onlar için bir şeyler yapmak da hakkımız ve görevimizdir.

Sovyetler Birliği ise 40 milyon Türk’le en kalabalık Türk nüfusunu barındıran devlettir. Soyumuzun anayurdu oradadır. En eski tarihî anıt ve hatıralarımız oradadır. Moskoflar’ın Türk gücünü kırmak için ayrı alfabelerle ayrı millet haline getirmeye çalıştığı Kazak, Özbek, Tatar, Başkurt, Kırgız, Türkmen, Çuvaş, Karakalpak, Azerî, Oyrat, Hakaslar ve daha küçük idarî bölgelerde yaşayan Yakut Balkar, Karaçay, Nogay, Kumuk, Altaylı gibi Türkler hep oradadır. Hepsine ayrı tarihler uydurulan bu Türkler, büyük maziden ve büyük devletten gelmenin verdiği kuvvetle Moskof baskısına başarıyla karşı koymaktadır. Artık onların bilginleri ve her türlü uzmanları var. Direniyorlar.

Ruslar eski saldırganlıklarını kaybetmişlerdir. Yalnız Batı’dan değil, ülküdaşları olan Çin’den de korkuyorlar. Komünizm iflâsa doğru gitmekte, Rus nüfusu yerinde sayarken Türkler çoğalmaktadır. Karanlıklar arasından ümit şimşekleri çakmaktadır. Bu Türkler’i düşünmek de hakkımız ve görevimizdir.

Dünyanın en kalabalık olan, belki 850 milyonluk, belki bir milyarlık Çin’deki Türkler ise daha mühim bir tehlike ile karşı karşıyadır: Bu geniş topraklara Türkler’in birkaç katı Çinli yerleştirilmesi… Fakat tabiat kuvvetleri Türkler’i korumakta, Çin Türkistan’ında Çinliler yaşayamamaktadır. Yaşayıp üreseler bile, orada bir tek Türk kalmasa bile günün birinde o Kunlar ve Uygurlar diyarı onlardan yine alınıp Türkleştirilecektir. İçinde Türk nüfusu kalmadı diye tarihî mirasları bırakacak değiliz. Bugün Kırım’da da Türk yok ama Kırım bizimdir. Günün birinde mutlaka kurtarılacaktır.

O Türkler’i unutmayız. Unutamayız. Bir aile, nasıl gurbette veya uzakta olmakla bir ferdini unutmazsa, bir millet de başka hakimiyetler altında yaşayan kardeşlerini öylece unutamaz. Bu sebeple nerede olurlarsa olsunlar bütün Türkler’i düşünmek, onların acı ve sevinçlerine ortak olmak, iyiliklerini istemek ve günün birinde bütün Türkler’in birleşeceklerini düşünerek bu uğurda çalışmak her Türk’ün vazifesidir.

Türk milleti büyük bir millettir. Tarihteki fonksiyonu çok büyük olmuştur. Türk devleti birkaç defa dünyanın ve tarihin en büyük devleti haline gelmiştir. Böyle bir milleti dünya birleşse bile ortadan kaldıramaz. 20. yüzyıl Türkler’in bütün tarihlerinde görülmedik şekilde çoğaldıkları bir asırdır. Bu asır Batı medeniyetinin ve komünizmin yıprandığı, çözüldüğü bir çağdır. Türk milletinin şahlanması için yeniden büyük önderlere ihtiyaç vardır. 20. yüzyılın son çeyreğinde (1967–2000) elbette böyle bir kılavuz önder çıkacaktır. Parti liderlerinden böyle bir önder çıkamaz. Partiler, tabiatları icabı, birbirlerini yemekle meşguldür. Önder, partilerden değil, doğrudan doğruya milletin içinden çıkarak yeni bir Bozkurt olacaktır. Tanrıkut Mete’nin, Çiçi Yabgu’nun, İstemi Kağan’ın, Kür Şad’ın, İlteriş Kutluğ Kağan’ın, Kül Tegin’in, Bayançur Kağan’ın, Çağrı Beğ’in, Oruç Reis’in ruhlarından işaret almış bir önder yüksek ahlâk ve büyük erdemle bu kutlu işi başaracaktır.

Tutsak Türk Elleri ve onun Osman Batur gibi binlerce şehidi dururken, Zenci Lumumba’ya, Hoşi-minh’e, Mao’ya destan düzenlere lânet olsun. Milletin büyük yarını ve övüncüyle uğraşmak dururken işçi gündeliklerini hayatın en mühim meselesi haline getirmek isteyen solaklara lânet olsun. Türk ırkının yüceliği ortada iken “Ben hilâli bir Çingene ile yükseltirim” diyen yobaz köpeği susturmayan haysiyetsiz profesöre lânet olsun!

Türk’ün yıldırımı inecektir.

Tanrı’nın gazabı bunların üstüne inmezse daha müthiş olan Türk’ün yıldırımı inecektir.

ATSIZ

3 Şubat 2008 Pazar

Abdullah Çatlı

1956 yılında Nevşehir’de doğdu. 1977'de Ülkü Ocakları Ankara İl Başkanı, 25 Mayıs 1978'te de Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkan Yardımcılığı'na seçildi. 11 Temmuz 1978'de Ankara'da Hacettepe Üniversitesi Öğretim üyelerinden Doç. Dr. Bedrettin Cömert'in öldürülmesi olayının faili olarak Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi'nce hakkında gıyabi tevkif kararı verildi.23 Ağustos 1978'de Sakarya ilinde 06 PD 137 plakalı otonun içinde Nevzat Bor ile birlikte yakalandı ve gözaltına alındı.

Abdullah Çatlı'nın, 9 Ekim 1978'de de Ankara ili Bahçelievler semtindeki 7 TİP'linin katledilmesi olayının planlayıcısı ve baş sorumlusu olduğuna ilişkin tutuklama kararı olayın üzerinden 4 yıl, 4 ay geçmesinden sonra gerçekleştirilebildi.1979 yılında İstanbul'a yerleşen ve Hasan Kurtoğlu kimliğini kullanan Çatlı, burada silah kaçakçıları ile yakın ilişkiler kurdu. Çatlı, İstanbul'da kaldığı dönemde Ağca'nın hapisten kaçma eylemini Oral Çelik ile birlikte organize etti. Abdullah Çatlı'nın, Mehmet Ali Ağca ve arkadaşlarına pasaport temin etti. Mehmet Ali Ağca, hapisten kaçtıktan sonra Çatlı'nın evinde kaldı.

Çatlı, Nevşehir Emniyetinden sağladığı pasaport ile 12 Eylül'ü izleyen aylarda yurt dışına çıktı. Bulgaristan ve Viyana'da bir süre kaldı. 13 Mayıs 1981'de Ağca tarafından gerçekleştirilen Papa Suikastı tertipçilerinden olduğu ileri sürüldü. 22 Şubat 1982'de İsviçre'de Mehmet Saral adına düzenlenmiş pasaport ile yakalandı, ancak serbest bırakıldı. 9 Eylül 1982'de İtalyan kökenli kontra lideri Stafane Deele Chiaie ile birlikte Amerika'da yapılan Dünya Anti Komünistler Birliği toplantısına katıldığı iddia edildi. 22 Ekim 1983'de Paris'te MİT ile ilişkiye geçtiği ve ASALA'ya karşı 5 eylemde kullanıldığı MİT resmi belgelerine yer aldı. 22 Ekim 1984'de Paris'te yakalandığında üzerinde Hasan Kurtoğlu adına düzenlenmiş bir pasaport vardı. Çatlı, Fransa'da 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 16 Eylül 1985'de Papa Suikasti davasında tanık olarak konuştu. Oral Çelik'in suikast ile ilgisi olmadığını, Ağca'nın Bulgar ajanı olabileceğini iddia etti. Çatlı, kısa bir süre sonra Fransa tarafından 7 yıl ceza aldığı İsviçre'ye iade edildi. 21 Mart 1990'da Zug cezaevinden kaçtı.

1993'de Türkiye'ye gelen ve taşıdığı Şahin Ekli adına düzenlenmiş pasaport ile gözaltına alınan Çatlı, aynı tarihte serbest bırakıldı. Yeşilköy havaalanında alınan parmak izleri yıllar sonra Ömer Lütfü Topal'ı öldüren otomatik silahlardan birinin şarjöründe de bulunacaktı. Çatlı'nın 26 Nisan 1996'da Ömer Lütfü Topal ile aynı uçakta Kıbrıs'a gittiği ve aynı otelde kaldıktan sonra 1 Mayıs 1996'da geri döndüğü de kayıtlardan ortaya çıktı.

Türkiye'de Mehmet Özbay sahte kimliğini kullanan Çatlı'nın İstanbul'da 6 şirkete ortak olmuş ve ticaret hayatına da atılmıştı. Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde PKK'nın finansörü olarak görülen işadamlarına yönelik operasyonlarda yer aldığı; 15 Mart 1995'de Azarbeycan'da düzenlenen darbenin organizasyonunda yer aldığı; Tarık Ümit'in kaçırılıp öldürülmesi olayını düzenlediği; ilişki içinde olduğu Özel Harekatçı Polisler ile birlikte Ömer Lütfü Topal cinayetini gerçekleştirdikleri; Mehmet Ali Yaprak'ı fidye almak için kaçırdığı; devletin çeşitli resmi belgelerinde iddia edilmektedir.İddia olmaktan öte geçememiş ve ispatlanamamıştır.

Çatlı, 3 Kasım 1996'da Balıkesir'in Susurluk ilçesi yakınlarında geçirdiği trafik kazasında ruhu uçmağa vardı.

Üzerinde Mehmet Özbay adına düzenlenmiş kimlikler, yeşil pasaport ve silah bulunuyordu. 5 Kasım 1996'da Nevşehir'de yapılan cenaze törenine yaklaşık olarak 4500 kişilik bir topluluk katıldı.

Türk bayrağına sarılı tabutu Necdet Ersan Mezarlığına defnedildi.

RUHU ŞAD , MEKANI TANRI DAĞI OLSUN ...